gerceksitecom
  Kim Neyi İcat Etti?
 
Dondurmayı Kim Buldu?




Yazın zevkle tattığımız dondurmanın tarihi geçmişine baktığımızda lezzetini bir başkalıkla tadacağımız bir gerçek

Roma imparatoru Neron çok zalimdi Zalim olduğu kadarda boğazına düşkündü Aleyhinde olanlar ona "Pisboğaz Neron" yahut "Koca Şişko" derlerdi O kadar boğazına düşkündü ki, emrinde bulunan yüzlerce kişiyi yeni yemekler icat etmek için görevlendirmişti.

Bunlar gece gündüz çalışıp imparatorun beğeneceği yemekler yaparlardı.
Akıllı bir romalı bir gün dağlardan kar getirip üzerine bal ve meyva suları döktü Elde ettiği tatlıyı sıcak bir yaz akşamı Neron'a sundu Neron bunu o kadar beğendi, öylesine sevdi ki hemen o gece binlerce köleyi kar getirtmek için dağlara gönderdi Böylece Roma'da dondurmacılık başlamış oldu.

1550 yılında Catherine de Medici adlı bir Fransız kadını Romalılardan öğrendiği dondurmayı Fransaya götürdü Fransa kralı 1 Charles dondurmayı çok sevdi, ahçısına yüksek bir maaş bağladı ve dondurmanın tarifesini kimseye vermemesini emretti Buna rağmen ahçı ağzını tutamadı Bir arkadaşına dondurmanın nasıl yapıldığını öğretti O da başkalarına anlattı ve bir anda Avrupaya yayıldı.

Ancak dağlardan kar getirip muhafaza etmek çok zordu. Bu yüzden çok zengin olanlar dondurma yiyebiliyordu 1775 yılında soğutma ve buz yapma sistemi keşfedilince dondurmacılık her tarafa yayılmış oldu Artık istediğimiz an dondurma bulabiliyor ve yiyebiliyoruz Ancak fazlası zararlıdır diyor, bu yüzden ölçülü yenilmesini tavsiye ediyoruz


Çikolatayı Kim Buldu?






Cornell üniversitesinden bir grup arkeoloğun yaptığı kazılarda, M.Ö 1100 yıllarına ait çömlek parçalarında çikolatanın izine rastladılar.

Yapılan çalışmalarda çömleklerin üzerinde, çikolatanın kaynağı olan ve sadece kakao tarlalarında görülen theobromine maddesinin kalıntıları bulundu. Araştırmanın yapıldığı yer orta Amerika ülkelerinden Hondurasın kuzeyindeki ulua vadisi.

Böylelikle çikolatanın daha önce bilinenden 500 yıl önce kullanıldığını ortaya çıkarmış oldular.

Avrupayı Kim Keşfetti?



Coğrafya son derece ideolojik bir bilim, tıpkı tarih gibi (aslında tüm bilim dalları gibi). Bu ideolojik bilimin belki de en ideoloji yüklü kavramlarından biri de "keşif"tir. Bilim ve Gelecek'in Ocak 2006 tarihli 23. sayısındaki dosyada, İpek Yolu kaşiflerini ve Çinli amiral Zheng He'nin 15. yüzyıldaki büyük yolculuklarını işlemiş ve keşif kavramını sorgulamıştık.

Doğu uygarlıklarının dünyaya hakim olduğu çağlarda keşiflerin yönünün de doğudan batıya doğru olduğunu belirtmiştik.

Tarih boyunca hep uygarlar keşfetmiş, barbarlar ise keşfedilmişlerdir. Aslında bu durum "coğrafi keşif" kavramının kökten sorgulanmasını da gerektirir.
Okuyacağınız dosyada bu sorgulama için bazı yeni veriler sunuyoruz.

Daha da geriye, uygarlığın erken dönemlerine gidiyor, "Antik kaşifleri" inceliyoruz. O çağlarda bilinen dünya Akdeniz çevresi, Ortadoğu ve Anadolu'dan ibaretti ve keşfedenler Mısırlı, Fenikeli, Yunanlı, Kartacalı uygarlar, keşfedilenler ise Avrupalı ve Afrikalı barbarlar (hatta ilkeller) idi.

Kapitalist Batı uygarlığının tetikleyicisi "Coğrafi Keşifler"in öncüleri İspanyol, Portekizli, Hollandalı, İngiliz kâşiflerin ataları, o çağlarda keşiflerin öznesi değil nesnesiydiler. Mısır firavununun sponsorluğunda Fenikeli denizciler, Kartacalı amiraller ve Egeli koloniciler tarafından keşfedildiler. Amerika'nın Avrupalılarca keşfedildiği söylenir durur; peki, Avrupa'yı kim keşfetmiştir?

Fenikeli denizcilerin inanılmaz yolculuklarını, Kartacalı amiraller Hanno ve Himilco'nun keşiflerini, Marsilyalı Pytheas'ın neredeyse kutup bölgelerine ulaşan gezilerini okuyacaksınız.
Dosyamızın ana yazısı büyük coğrafyacımız Sami Öngör'ün "Coğrafi Keşifler ve Tetkik Seyahatleri Tarihi" adlı kitabının (Maarif Basımevi, İstanbul 1954) ilgili bölümünden oluşuyor. Başlığı, bazı arabaşlıkları biz koyduk ve bazı eski Türkçe sözcükleri bugünkü dile uyarladık.

Ayrıca bu yazıdan yola çıkarak yaptığımız incelemenin sonucunda daha ayrıntılı bilgilere ulaştık ve bunları da ek yazı ve kutularla sunuyoruz. Bütün dosyanın ilgiyle okunacağını düşünüyoruz.
23. sayımızdaki dosyanın sunuşunu "Sadece maddenin, eşyanın, doğanın ve evrenin keşfedileceği bir insan toplumunun özlemiyle..." diye bitirmişiz. Bu dosyanın da aynı özlemin ışığında okunmasını diliyoruz.


Amerikayı Kim Keşfetti?




1451 ile 1506 yılları arasında yaşamış olan Kristof Kolomb İtalya’nın Cenova şehrinde doğmuş bir denizciydi. Bir dokumacının oğluyken yaptığı öğrenim ve nasıl olup da denizciliği seçtiği hakkında kesin bir şey bilinmiyor.

Kardeşi Fernando’ nun sonradan yazdığı kitaba bakılacak olursa, Kristof Kolomb Pavia Üniversitesi’ne gitmiş, orada astronomi, geometri ve coğrafya okumuştu. Buna karşılık, kendi ifadesine göre 14 yaşındayken gemiciliğe başlamıştı. Kesinlikle bilinen, sonradan Portekizli bir kadınla evlenip Lizbon’a yerleşen Kristof Kolomb’un gerçekten iyi bir denizci olduğuydu. Kolomb’un karısının babası da eski bir denizci olduğu için, karşılıklı oturup birbirlerine eski seferlerin anılarını anlatırlardı.

O çağda dünyanın yuvarlak olduğu kimsenin aklından geçmiyordu. Daha doğrusu, bu gerçeği benimseyenler pek azdı.Kristof Kolomb da dünyanın yuvarlak olduğuna inanan sayılı kişilerden biriydi. 1478′den sonra evlenip Lizbon’a yerleşmiş olan Kolomb bu arada portekiz dilini de öğrenmişti. Coğrafya kitaplarını inceliyor, hep batıya doğru gidilirse doğuya.

Asya’ya ulaşılacağına inanıyordu. Ona göre, “Diaz Ümit Burnu’na kadar giderek Hindistan yolunu varacağına, batıya gitseydi ergeç Hindistan’a varacaktı. Çünkü dünya yuvarlaktı”

Sonunda nicedir zihnini kurcalayan, ona olduğu yerde rahat vermeyen büyük tasarısını gerçekleştirmeğe karar verdi.Ne yapıp edip sağlayacağı birkaç gemiyle daima batıya doğru yol alacak ve eninde sonunda Hindistan’a varacaktı. Hindistan sonsuz zenginlikler, baharat, altın ve değerli taşlar, eşi benzeri bulunmaz ürünler, ipekliler kaynağıydı. Tasarısını gerçekleştirmeğe karar veren 34 yaşındaki Kristof Kolomb, bir yolunu bulup Portekiz Kralı II. Juan’a başvurdu.

Fikrini açıkladı. Fakat Portekiz Kralı II Juan kolay olacağı inancındaydı. Kolomb’un üzerine İspanya’ya geçti. Sonradan dük olan Medina Celi Kontu ile konuştu. Kont onu büyük bir içtenlikle ağırladı.

1486 yılında, tasarısını Kraliçe İsabella’ya açması için aracılık etti. Kolomb’un bazı öneri ve şartları başlangıçta kabul edilmediyse de, uzak görüşlü birkaç saray adamı araya girdi ve Kolomb’u destekledi. Böylece, 1492 yılının 3 Ağustos günü Kolomb’un emrindeki üç gemi İspanya’nın Palos limanından denize açıldı. “Santa Maria”, “Pinta” ve “Nina” adındaki gemilerin en büyüğü, sancak gemisi olan 100 tonluk, 52 mürettebatlı “Santa Maria” idi. Sonu belirsiz yolculuğu herkes göze alamadığı için, 88 kişilik mürettebatın çoğunluğunu cezaevlerinden çıkarılmış hükümlüler meydana getiriyordu. Gemiler 9 gün sonra Kanarya Adaları’na ulaştılar. 6 Eylül’de de tekrar yola çıktılar.

Başlangıçta yolculuk iyi geçiyordu.Yelkenleri dolduran rüzgar, onları kesinlikle bilinmeyen hedeflerine doğru götürüyordu. İki haftayı aşkın bir zaman geçti. Hala kara görünmeyince tayfalar arasında hırçınlaşmaya kadar varan bir hoşnutsuzluk başgösterdi. Ucu bucağı olmayan bir denizde yol aldıkları düşüncesi tayfaları korkuya sürüklemişti.

Verilen emirleri yerine getirmemeye başladılar. Kolomb’u öldürüp denize atmaya ve dönmeye karar verdiler. Allahtan gemicilerin hepsi böyle düşünmüyorlardı. Kristof Kolomb güçlü iradesini bir kez daha ispatladı. Tayfalara yeni vaadlerde bulundu. Yola gelmeyenleri cezalandırdı. Üç gün içinde kara görünmezse geri döneceklerini söyledi.

12 Ekim günü sabahın saat 2’sinde, “Pinta” gemisindekiler ayışığında karayı gördüler. Karaya ertesi gün öğleye doğru vardılar. Kolomb tayfaların büyük bir kısmıyla karaya çıktı. Toprağı öperek Tanrıya şükretti. Ayak bastıkları toprak parçası, aslında bugünkü Bahama takım adalarından Guanahani adasıydı. Fakat Kristof Kolomb bu gerçeği bilmiyor, Çin ya da Japonya yakınlarındaki Hindistan Adaları’na ulaştıklarını sanıyordu. Bu toprak parçasına,İspanya kral ve kraliçesi adına “San Salvador” dediler. Uzaktan belirli bir kuşku, hatta korkuyla kendilerini gözleyen yerlileri de “Hindli” diye tanımladılar. Sonradan Amerika’daki bütün yerli kızılderililerin “Hindli” anlamına İngilizce “İndian” diye isimlendirilmesi de bu vaizdendir.

Kristof Kolomb daha ilerilere gitmek niyetiyle yola devam etti. Fakat kaptan gemisi “Santa Maria” bir kaza sonucu battı. Can kaybı olmadıysa da, Haiti’de durmak zorunda kaldılar. Kolomb ilk seferinde bugünkü “Rum Key”, “Long Island” “Crooked”, “Küba”, “Haiti” adalarını bulmuştu.O zaman “Hispaniola” adını verdiği şimdiki “Haiti” de 44 kişi bırakarak,4 Ocak 1493 de dönüş yolculuğuna başladılar. İki gemi zorlu bir yolculuktan sonra,hareket limanı olan Palos’a ulaştı. Kral Fernando ve Kraliçe İsabella, Kolomb’u Barselona’da karşıladılar,. Ona “Okyanus Amirali” ve “Hint Adaları Kral Naibi” unvanlarını verdiler.

İkinci yolculuğa, 1493 yılının Eylül ayı içinde 17 gemi ve orada yerleşmek için kararlı hepsi de erkek 1500 kişiyle çıkan Kristof Kolomb bu yolculuğu da başarıyla sonuçlandırdı. Sonra 1498 yılının 30 Mayıs günü 6 gemisiyle üçüncü bir yolculuğa çıktı.Güney Amerika’yı gördü. Yeni yerler keşfetti ama hayatının sonuna kadar belirli bir gerçekten habersiz yaşadı. Yeni bir kıtayı, Amerika kıtasını keşfettiğini bilmeksizin öldü.

1502 yılının Mayıs ayında başlayan son yolculuk, 30 Temmuz günü,bugünkü Honduras’ta sona erdi. Oradan kıyı boyunca daha güneye indi. 1503 yılının yılbaşını Panama’da bir koyda demirlediği gemisinde geçirdi. 1504 yılında da İspanya ‘ya döndü.

20 Mayıs 1506 günü öldüğünde,yeni bir kıtayı bulan kimse olduğunu bilmeden hayata gözlerini yummuştu. Kolomb’un bulduğu kıtanın Hindistan’la ilgisiziliğini,yeni bir kıta olduğunu sonradan Amerigo Vespucci adındaki başka bir İtalyan denizcisi farketti ve onun adından dolayı “Amerigo” diye isimlendirilen kıta, giderek “Amerika” olup çıktı.


Sigarayı kim buldu?





Sigara 5 bin 700 yıldır insanoğlunun hayatında var. Dünyaya yayan ise tanıdık bir isim.

Sigarayla insanoğlu 5 bin 700 yıl önce tanıştı. İlk zamanlar tören ve büyü yaparken kullanılan tütün, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinin ardından tüm dünyaya yayıldı.

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi tarafından çıkarılan Meram Tıp Sağlık Dergisinde yayınlanan bilgilere göre, sigara içmenin orjini milattan önce 3 binli yıllara kadar dayanıyor. Elde edilen verilere göre, o tarihlerde Mısır ve Güney Amerika'daki Maya Uygarlığı'nda yapılan dini ve resmi törenlerde ve ayrıca büyü ve sihir yapmak için kurutulmuş bitkilerin yakılarak tütsü olarak kullanıldığı tespit edildi.

HEM AMERİKA'YI HEM SİGARAYI KEŞFETTİ

15. yüzyılın sonlarında ise Kristof Kolomb, Amerika kıtasını keşfettiğinde Amerika yerlilerinin "Tobaccos" adını verdiği bir bitki yaprağını sararak yakıp dumanını içlerine çektiklerini ve bu dumanın insana keyif verdiğini gördü. Kolomb, faydalı olur düşüncesiyle bu bitkinin tohumlarını alarak denizciler vasıtasıyla diğer ülkelere yayılmasına neden oldu. Daha sonra tüm dünyaya yayılan tütün bitkisi yetiştirilip ilk olarak küçük tesislerde daha sonra ise kurulan büyük fabrikalarda sigaraya dönüştü.

OSMANLI'YA İNGİLİZLER GETİRDİ


Tütün ülkemize Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1601 yılında İngilizler tarafından getirilmiş ve bazı göğüs hastalıklarına iyi geldiği söylentisiyle kullanımı yaygınlaştırılmıştır. Çeşitli dönemlerde caiz değildir denerek fetvalarla dinen yasaklanmışsa da yayılması ve alışkanlık halini alması engellenememiştir

Çayı Kim Buldu?




Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay milattan önce 2737 yılında büyük Çin İmparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.

Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.

İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki "ça"dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar "chay" Araplar "shaye" Japonlar 'cha' diyorlar.

Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa'ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya'da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.

Çayın Avrupa'ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir mış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.

Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.

İngiltere'de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.

Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan'dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.

Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.

Kahveyi Kim Buldu?




Geçmişte zaman zaman "siyah inci" veya "Müslümanların şarabı" olarak nitelendirilen kahvenin macerası hakkında birçok araştırma yapılmasına rağmen kesin bir sonuca ulaşılamamış. Ancak gerek Doğu gerekse Batı kaynaklarının birleştiği ortak rivayet, kahveyi ilk bulan kişinin Şazilli adında bir Arap şeyhi olduğu. Bazı söylentilere göre Şazilli bir tarikat ve şeyhinin adı da Ömer.


Kaynaklara göre keçi ve deve sürülerinin çobanları, güttükleri hayvanların garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra, fazla canlılık gösterdiklerini hatta keçilerin mehtapta dans ettiklerini görmüşler. Durumu dervişlere anlatmışlar. Ünlü bir derviş olan Şazilli gösterilen ağacın meyvelerini kaynatarak içmiş ve kendisi de aynı canlılığı hissetmiş. Böylece kahvenin meziyetlerini keşfetmiş. Kahve çekirdekleri yalnızca içilerek de kullanılmamış. Araplar uzun yıllar boyunca kahve çekirdeğini öğüterek hamurla karıştırmış ve çekirdeği ekmek yaparak değerlendirmiş.


Kanuni Sultan Süleyman döneminde Türkiye'ye gelen kahvenin Avrupa ile tanışmasının öyküsü de oldukça ilginç. Viyana kuşatması sırasında Türkler çok sevdikleri kahveyi yalnızca özel birliklere içirilmek üzere yanlarında götürmüşler. Viyana kuşatmasının başarısız olmasının ardından geri çekilen Türk birliklerinin konakladığı yerleri ele geçirmeye başlayan Avusturyalı askerler çuvallara doldurulmuş kahveleri bulmuş. Ancak Viyanalılar kahve çekirdeklerini barut sanarak yakmaya çalışmışlar. Suriyeli bir tüccar ise çuvallardaki maddenin kahve olduğunu söylemiş ve nasıl içildiğini anlatmış. İşte Avrupa kahve ile böyle tanışmış.


Boyayı Kim Buldu?



İndigo adı verilen mavi renkli boya, ilk insanlar tarafından kullanılmaya başlandı. Mısır’ da 5 bin yıl önce, indigo mavisi, giysilerin boyanmasında kullanılıyordu.


Yine Mısırlılar, juvve denilen bir bitkinin kökünden kırmızı Doya, çivi otu denilen bir bitkinin köklerinden, indigodan farklı tonda bir mavi boya, yalancısafran kökünden de, koyu kırmızı bir boya elde etmeyi başardılar.


M.Ö 1000 yıllarında, Fenike kıyılarında bazı deniz kabuklularının bezlerinden erguvan renginde bir boya elde ediliyordu. Meksika ve Orta Amerika’da, hanım böceğinin gövdesi kurutulduktan sonra, tozundan kırmızı boya yapılıyordu. Ege sahillerinde yaşayanlar da kırmızı böceğinin gebe dişilerinden kırmızı renkte bir boya elde etmeyi öğrenmişlerdi.

Eski insanlar, boya üretmekte usta oldukları kadar, boyama tekniğinde de hayli ilerleme sağlamışlardı. Örneğin, bir kumaşı boyamadan önce, boyanın içine renklere kalıcılık sağlayacak bazı maddeler karıştırmayı biliyorlardı.

Boya ve boyacılık tekniği, 1850′li yıllara kadar büyük bir gelişim göstermedi. O yıllarda, renklerin kalıcılığında büyük etkisi olan krom tuzlarının bu sanayie girmesiyle yeni bir çığır açıldı ve hızlı bir gelişme gözlendi.

Televizyonu Kim Buldu?



21. yüzyılın vazgeçilmez aletlerinden biri olan televizyonun tarihi, 75 yıl önce, İskoç mucit John Logie Baird 'in keşfiyle başladı. Baird, 21. yüzyılda insanları saatlerce karşısında oturtabilen televizyonun babasıydı. Keşif merakı çocuk yaşlarda başlayan Baird, 12 yaşında, evine bir elektik sistemi döşemiş ardından yoldayken arkadaşlarıyla konuşmasını mümkün kılacak ilk telefon santralini geliştirdi. İskoçyaya'da Kraliyet Teknik Koleji'nde elektrik dersleri alan Baird, Glascow üniversitesinde elektrik mühendisliği okudu. Birinci Dünya Savaşı sırasında eğitimine ara veren mucit, silahlı kuvvetlerde çalışmak istedi ama kabul edilmedi. Başvurusu reddedilen Baird, Clyde Valley Elektrik Enerjisi Şirketi'nde çalışmaya başladı ancak sağlık

problemleri işi bırakmasına sebep oldu. Clyde Valley'den sonra aralarında Trinidad'da bir reçel fabrikasında işçiliğin de bulunduğu çeşitli işlerde çalışan Baird, nihayet 1922 de memleketi Sussex'e geri dönen ve burada tamirciliğe başladı. Nakkaş mucit Sussex' deki mütevazı hayatı, Baird 'i 50 yıldır düşlediği televizyon icadı üzerinde yoğunlaşma fırsatı verdi.

Parası olmadığı için ilk televizyonunu bir lavabo ve bir çay tenekesiyle yapan Baird, bir sonraki denemesinde projeksiyon lambasını bisküvi kutusuyla kaplayıp basit bir düzenek geliştirdi ve düzeneğe kullanılmış lenslerle devrelerden tarama diskler ekledi. Baird'in icat ettiği bu düzenek, tahta çubuklar arasına nakış iğneleri ve balmumuyla tutturulan bir cihaz olarak TV nin dedesi kabul edildi. Çalışmalarını bundan sonra da sürdüren mucit, 1925 de hayal ettiği gibi, "Stok ey Bill" adını verdiği ilk ilkel televizyonda görüntü transmisyonunu da gerçekleştirmeyi başardı. Logie Baird icadının parlak bulundu ama pek ciddiye alınmadı. İlk yayın BBC'den Baird 'in ilk ilkel TV yi icat ettiği dönemde, BBC gibi yayıncılar radyoya odaklanmıştı.

BBC'inin TV yayıncılığına geçişi, 1929 da sınırlı bir kitleye ulaşan ilk deneme yayınıyla başladı. Günde iki yayın kuşağında hizmet vermeye başlayan BBC televizyonu, ilk kuşakta haber, ikinci kuşakta ise müzik yayını veriyordu. Baird televizyondan sonra infrared ışınlar üzerinde de çalışmalar yaptı.

İlk sesli filmler 1928 yılında çevrildi.
İlk televizyon yayınları 1940 yılında ABD'de yapıldı.
İlk üç yaşta televizyon karşısına bırakılan çocuklara "otistik" özelliklerinin geliştiğini biliyor musunuz?
Televizyonun ömrümüze maliyetini hesapladınız mı?
Günde kaça saatiniz televizyon başında geçiyor?
Ortalama belki de iyimser bir hesapla 3 saat diyelim.İlk başta hiç ürkütücü gelmiyor.Ancak günler damlaya damlaya hafta olur, ay olur,yıl olur , sonunda bir ömür olur biter.Eğer televizyonun günde 3 saatten bir yılda yiyip bitirdiği zamanı hesaplarsak, 1095 saat eder.Bu gecesiyle gündüzüyle 45 gün demektir, televizyonun başında geçen 45 gün ve 45 gece eder.


Şimdi ikinci soru:Televizyon canavarının pençesinde can veren bu 1095 saat bize neler kazandırabilir?
Bu rakam bir öğrencinin bütün bir öğretim yılı boyunca ders gördüğü saatlerden daha da büyük bir yükündür.Demek ki, en azından kayıp bir öğretim yılı var, orta yerde .
1095 saat içerisinde bir yabancı dili iyi seviyede öğrenmek mümkündür.Bu demektir ki, televizyon her yıl bize bir yabancı dil kaybettiriyor.
Kitap okumayı tercih ederseniz, ağır bir okunuşla 25 bin sayfalık kitabı bu müddet içinde bitirmemiz mümkündür.


İnterneti Kim İcat Etti?






Vinton Cerf, 1970’lerde genç bir matematik mühendisiydi. Kulakları duymayan karısı dünyayla rahat iletişim kurabilsin diye interneti icat etti.

Haftalık dergisi son sayısında internetin mucidi Vinton Cerf’in hikayesini anlattı.

Vinton Cerf, 1970’li yıllarda üniversiteyi yeni bitirmiş, yirmili yaşlarının sonunda bir matematik mühendisiydi. Doğuştan kulakları duymayan Carinne’e aşık oldu. Carinne, kimseyle iletişim kuramıyor, telefonla bile konuşamıyordu. California Üniversitesi Matematik Mühendisliği’nde bilgisayarlar arası bilgi transferiyle uğraşan Cerf’in ise tek isteği karısını mutlu etmekti.

İnternet, o zamanlar askeri amaçla kullanılan bir sistemdi. Sivillerin kullanamadığı internet, kısa sürede 200 ayrı sivil kuruma yayıldı. Cerf interneti geliştiren bilim adamları arasındaydı. Ancak o daha önemli bir şey yaptı ve interneti karısının da kullanabileceği bugünkü haline getirdi.

En çok karım sevindi:

Eğer bunu yapmamış olsaydı internet denilen uçsuz bucaksız dünyada kimse istediği bilgiye ulaşamazdı. Cerf bugün, “Karım artık üniversitede okuyan oğlumuzla bile internet yoluyla konuşabiliyor. Kimbilir belki de interneti karımı mutlu edebilmek için icat etmişimdir” diye konuşuyor.


İlk Futbol Kulübü hangi takımdır?




1848′de Cambridge Kuralları adı altında toplanan futbol kuralları ile birlikte Cambridge’de öğrenciler arasında ilk futbol maçı oynandı. 1855′te ise  bir İngiliz takımı ilk kez yurt dışına çıkarak futbol oynadı ve böylece Almanya’da futbolun temelini atıldı. 1857′de ise İngiltere’de ilk defa bir futbol kulübü kuruldu. Bu Futbol Kulübünün adı ise Sheffield Club kulübü oldu.


Arabanın Kim İcat Etti?




Bu konuda ilk söylenmesi gereken,otomobilin icadının başka icatlara benzemediğidir. Bu farklılık, belirli bir kimsenin çıkıp da "otomobili tek başıma ben icat ettim" diyemeyeceğinden doğmaktadır. Otomobilin başlangıcından bugünkü mükemmel,gelişmiş durumuna ulaşabilmesi, değişik kişilerin fikirleri ve aşamalarla gerçekleşmiştir.

Başlangıç olarak, 1769 yılında Nicholas Cugnot adındaki soylu bir Fransız'ın çalışmalarını esas alabiliriz.

Bir makineyle kendiliğinden çalışan (yani insan gücünün uygulanmasına gerek göstermeyen) ilk kara taşıt aracı,söz konusu kimse tarafından tasarlanmıştı. Cugnot,tasarısını üç tekerlekli ,çok büyük bir buhar kazanından sağlanan güçle çalışan buhar makineli bir araba şeklinde gerçekleştirdi. Bu vasıta saatte yaklaşık olarak 4. 5 kilometre yol alabiliyordu. Her 20 kilometrede bir kazanın doldurulması gerekiyordu.

1789 yılında, Oliver Evans adında bir Amerikalı, kendiliğinden hareketli ilk taşıt aracı için ilk Birleşik Amerika patentini aldı. Bu araç dört tekerlekliydi. Arka tarafındaki pedallı tekerlekler, hem karada hem de suda hareket edebilmesini sağlıyordu. Ağırlığı ise 21 tondu.

Bunu izleyen 80 yıl boyunca, başka mucitler de aynı doğrultudaki çalışmalarını sürdürdüler. Gerçekleştirilen tasarıların çoğu buharlıydı. Ayrıca birkaç tane de elektrikle çalışan model yapılmıştı. Bunlarda büyük akümülatörler vardı.

Daha sonra, 1880 yılında, otomobilin bugünkü halini almasında esas olan iki icat ortaya kondu. Söz konusu icatlardan biri içten patlamalı motordu. Öteki icat ise pnömatik, ya da havayla dolu tekerlekti.

Benzinle çalışan ilk otomobil,1887 yılında Gottlieb Daimler adındaki bir Alman tarafından yola sürüldü. Birleşik Amerika'da, Frank ve Charles Duryea adında iki kardeş 1892 ve 1893 yıllarında benzinle çalışan Amerikan otomobillerini yaptılar. İki kardeşin yaptıkları otomobiller "atsız araba" diye isimlendirilmişti. Gerçekte, bunları izleyen bütün ilk dönem Amerikan otomobilleri hemen hemen birbirinin benzeriydi. Kimse tamamen farklı bir modelde otomobil tasarlamak gereğini duymamıştı. Bütün yaptıkları, değişik zaman aralarıyla bir transmisyon kayışı eklemek veya arka tekerleklere hareket sağlayıcı zincir düzeni uygulamaktı. Ancak sağlamlık ve rahatlıklarına da dikkat gösterilmesi sonucu, otomobiller daha güvenilir taşıt aracı olmak, daha iyi yol yapabilmek niteliklerini kazandılar.

Çok geçmeden, bir zamanların "atsız arabaları"nın zayıf, dayanıksız yapılarının otomobiller için uygun düşmediği anlaşıldı. Yavaş yavaş, bugün bildiğimiz otomobil modellerine yaklaşan örnekler görülmeğe başladı. Motor oturacak yerin altından ön tarafa alındı. Dayanıklı, sağlam lastik tekerlekler gerçekleştirildi. En sonunda, daha kuvvetli iskelet yapı için, çelik kullanıldı. Böylece,bir zamanların büyük rüyası-modern-otomobil bir gerçek oldu.

İlk Gözlüğü kim buldu?




Şüphesiz tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmuştur. 13. Yüzyılda gözlük ortaya çıkıncaya kadar gerek doğuştan gerekse sonradan göz bozukluğu olan insanlar, ömürlerini böyle geçirmeye, iş yapamamaya hatta evden dışarı çıkamamaya mahkumdular.

Aslında gözlüğün ana malzemesi olan camın tarihi 4 500 yıl evveline kadar gidiyor. Antik dünya insanlarının optik hakkında bilgileri olduğu, camın belirli bir formunun cisimleri büyüttüğünü fark ettikleri biliniyor. Halta milattan önce l000 yıllarına ait, büyüteç olarak kullanılmış cam örneklerine Girit'teki kazılarda rastlanılmıştır. Ne var ki büyütecin cam haline gelmesi çok zaman aldı.

Gözlüğü ilk bulan kişinin kim olduğu bilinmiyor. İnsanlık tarihinin büyük teşekkür borçlu olduğu, bu parlak buluşu gerçekleştiren kişinin kim olduğu bütün araştırmalara rağmen hala sırrını koruyor. Bu kişinin 1250 veya 1280 yıllarında Venedik'te yaşamış olması büyük bir olasılık, çünkü 13. Yüzyılda, Ortaçağda Venedik, İtalya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdi.

İlk gözlüklerin mercekleri konveks, yani dışbükeydi ve sadece yakını görme problemi olanların işlerine yarıyordu. Uzağı görme sorunu olanların derdine çare olacak konkav (içbükey) merceklerin üretilmesi için yüzyıl geçmesi gerekecekti. Görüldüğü gibi gözlüğün tarih içindeki gelişmesi oldukça yavaştır.

Uzağı görme sorununu yani miyopluğu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyılda yapılabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlüğün daha çok yakını okuma amaçlı kullanılması, uzağı görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahalı olmalarıydı.

Gözlük icat edildikten ancak 350 yıl sonra düşmeden yüzün ortasına tutturulabildi. Aslında bu gözlük tarihindeki en son ve önemli buluştu. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük sapını icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildiği için gözlük burun üzerine daha az ağırlık yapıyor, düşme tehlikesi de önlenmiş oluyordu.

Ancak tüm bu yavaş gelişmeye karşın gözlüğün insanlığa hizmeti büyük oldu, en azından onların yaşama bağlılıklarını arttırdı. Matbaanın icadından, basılan kitap ve gazete sayısının artmasından sonra gözlük lüks olmaktan çıkıp tam bir ihtiyaç oldu.

14. Yüzyıl ortalarında İtalyanlar gözlük camlarına belki şekillerindeki benzerlikten dolayı 'mercimek' anlamında 'lenticchie' adını verdiler. İngilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklaşık iki yüzyıl gözlük camı anlamında da kullanıldı. Günümüzde kullanılan 'lens' adının kökeni de bu sebeple mercimeğe dayanıyor.

İlk gözlükçü dükkanı 1783'de Philadelphia'da açıldı. Francis Mc Allister dükkanında gözlükleri bir sepetin içine yığıyor, müşteriler de bunları tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni alıyorlardı.

İlk güneş gözlüklerinin 1430'lu yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığını biliyor muydunuz? Ateşte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi. Sanılacağı gibi Güneş'ten korunmak için de değildi. Çinliler başta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde gözleri görünmesin, düşünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri takıyorlardı. Daha sonraları İtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler de getirildi ama Çinliler onların da çoğunu iste kararttılar.


Yüzme Havuzunu ilk Kim Bulmuştur?





Gaius Maecenas Yüzme Havuzunu geliştirdi. Romalılar’ ın ve Yunanlar’ ın havuz kullandıkları bilinmektedir. Yüzme havuzlarının popülerlik kazanması çok daha sonralara rastlamaktadır. 1837’ de Londra’ da 6 bölümden oluşan büyük bir yüzme havuzu inşa edilmişti. 1896 tarihinde ise Olimpiyatlar’ a yüzme yarışlarının dahil edilmesiyle havuzlar yaygınlık kazanmıştır.

 
  Bugüne Kadar 25579 ziyaretçi (41339 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol